5 Aralık 2019 Perşembe


Seni anlamaya çalıştım. Tüm kalbimle seni anlamaya çalıştım. Ama bu her defasında bana daha fazla kalp kırıklığından başka birşey getirmedi. Aşk, beynimin içinde hiç susmadan vızıldayan ve  beynimi yeyip bitiren birşey değil. Hayır, inan bana bu aşk değil sevgilim. İkindi rüzgarları gibi yumuşak birşey aşk. İnsanı üzmeyen, yormayan birşey. Seni anlamaya çalışmaktan vazgeçtim. Beni sevmeni istemekten vazgeçtim. Seni bana dair her şeyden azad ettim ve kalbim bir kuş tüyü kadar hafif artık. 



17 Ekim 2019 Perşembe


Seni seviyorum ve biliyorum ki bu hiçbir zaman  birşeyleri değiştirmeye yetmeyecek sevgilim. Evrenin başka bir boyutunda birlikte olduğumuz inancına sarılarak gidiyorum. Dilerim beni kaybettiğini anladığında üzülmezsin ve umarım ikimiz de neden vazgeçtiğimizin farkına varmayız. Dilerim kalbimdeki sızı bir an olsun hafifler ve ben yeniden gözlerimin içiyle gülümseyebilirim. Dilerim artık herşey için geç olduğunda teselli olacak şeyler buluruz ve birbirimizi affederiz.

15 Nisan 2016 Cuma

juno'nun evreninde işler karışıyor

merhaba, ben juno. bu sabah uyandım ve hayatımın uzun zamandır aslında hiç de tıkırında olmadığıyla yüzleştim. sevmediğim bir işte çalışıyorum. aşık olup evlendiğim adama artık aşık değilim. hayat inanılmaz bir rutinlikte beni boğmaya çalışırken, gerçek; radyoda çalan bir şarkı ile o şeytanımsı yüzünü bana gösteriyor. evet tam anlamıyla çuvalladın junocum. ve bu konuda acil harekete geçmezsen, hayatın ellerinden kayıp gittiğinde, elinde yalnızca pişmanlıkların kalacak. bu arada iç sesim uzunca bir zamandır ortalarda yoktu ve bu sabah böyle elini kolunu sallayarak gelip bana bilgiçlik taslaması hiç hoşuma gitmemişti. içimdeki sıkıntı giderek büyümeye başlıyordu. işe evliliğimden başlamaya karar vermiştim. İş hayatımın sevimsizliğine bir süre daha dayanabilirdim neticede. ama bitmiş bir ilişkiye son 3 yıldır uyguladığım tüm reanimasyon ve resusitasyon denemelerimin sonuçsuzluğu, artık tehlike çanlarının beynimin içinde yankılanmasına sebep oluyordu. elimden geleni yapmıştım buna hiç şüphem yoktu. fakat ilişkiler de canlı birer organizmaydılar ve en basit anlatımla, doğup, büyüyüp ölüyorlardı. bizse, ana fikri kaçırıp sonuna yetiştiğimiz bir film sevimsizliğiyle devam ettiriyorduk ilişkimizi. aynı çemberin içinde dönüp duruyorduk. Belki de hiçbirimizin çemberden çıkmak için ilk adımı atmaya cesareti yoktu. birinin kolumuzdan çekip bizi çemberden kurtarmasını bekliyorduk. Fakat o sabah, uzunca bir süredir içimde inzivaya çekilip oldukça bilgeleşmiş görünen iç sesim, kendinden son derece emin bir şekilde ilk adımı atmam gerektiğini fısıldıyordu kulağıma.
-sahneye çıkıp kendi oyununu ortaya koyma vakti juno. gösteri zamanı!
-kapar mısın çeneni iç ses? Burda tüm hayatımı ilgilendiren birşeyden bahsediyoruz.gösteri zamanıymış. Düşünmeye ve makul davranmaya ihtiyacım var. senin psikolojik baskılarına değil.
-Domates tabağını uzatır mısın sevgilim?
iç sesimle olan hararetli tarştımamızı bölen Genius, yani sevgili kocam mutlu mesut yüzüme sırıtıyordu.
belki de yanılıyordum. geniusun hiç ilk adımı atma kararsızlığı yaşar gibi bir hali yoktu. Genius zaten oldu olası mutlu olmayı bilmişti. Olumsuzlukların onun beyin kıvrımlarında, düşünce koridorlarında hiç işi olmuyordu. evet genius iyi adamdı. ve bilindiği üzere iyi adamlar aşkta daima kaybederdi. domates tabağını uzarken, içimden belli belirsiz bir sızı geçti. gözlerimin dolmasına engel olamamıştım ve bunu geniusun görmemesi için hemen lavaboya koştum. zavallı genius da önemli birşey olduğunu sanıp peşimden gelmişti. banyonun kapısında endişeli bir şekilde benden alacağı iyiyim cevabını bekliyordu.
-iyiyim birşey yok. galiba biraz fazla karıştırdım yediklerimi.
-emin misin hayatım? Ya da dur ben üstümü değiştireyim hemen bi hastaneye gidelim.
kahretsin! bu kadar iyi olmak zorunda mısın be adam? iyiyim diyorum işte git yap kahvaltını pazar pazar!
-yo, yoo geliyorum şimdi bir şeyim yok. sen kahvaltına devam et.
-peki bekliyorum masada hayatım.
gördün mü junocum? sana acele et derken bir bildiğimiz var elbet. hala düşünmeye mi ihtiyaç duyuyorsun? sevgili geniusunu bu hayali şatoda daha ne kadar tutmayı düşünüyorsun? bu masaldan ancak ikiniz birlikte çıkabilirsiniz. Tek kişilik bir çıkış yok ne yazık ki. iç sese cevap yetiştirecek durumda değildim. gerçekten de yediklerim midemi bozmuş gibi hissediyordum ve yüzümü yıkayıp derin derin nefes aldım. Biraz meditasyon yapıp sakinleşmeye ihtiyacım vardı. Fakat geniusu kahvaltı masasında öylece bırakamazdım. yüzümü kurulayıp doğruca mutfağa geçtim. Genius biryandan haşlanmış yumurtasını çatallayıp, diğer yandan gazeteleri karıştırıyordu. İçeri girdiğimi farketmesiyle yüzüne bir aydınlık gelmişti. O an bu evcilik oyununu daha fazla sürdüremeyeceğimi anlamış oldum. Bu haksızlığa ikimiz için de son verecektim. kendimi uzun zamandır olmadığım kadar kararlı hissediyordum.
-iyi misin juno? Bu sabah biraz tuhaf davranıyorsun.
-aahhh evet iyiyim. dediğim gibi yediğim birşey dokunmuş olmalı.
-son zamanlarda uykunu da azalttın iyice.
-o şey için... şeyy işte... zamanı yönetemiyorum. bilirsin... hiçbirşeye yetişemiyorum hissi.
-çok fazla kafana takıyorsun herşeyi. Herşeye yetişmek zorunda değilsin. senin için endişeleniyorum juno.
kahve! o an ihtiyacım olan tek şey kafein gibi hissediyordum. tezgahın üstünde duran ısıtıcının düğmesine basıp suyun 100 cantigrat dereceye gelmesini beklerken, liseden kız arkadaşlarımın geçen sene ev hediyesi olarak getirdikleri porselen kahvaltı takımının turkuaz desenli fincanına, kahve poşetini boşalttım. Kaynar suyun kahve taneleriyle kaynaşmasını seyrederken, aklımdan geçen düşünceleri sesli bir şekilde dillendirdiğimin farkında değildim tabi. Masaya dönüp geniusla gözgöze geldiğimde, yüzünde gördüğüm hayalkırıklığıyla karışık şaşkınlığı, hiçbir meditasyon tekniğinin silemeyeceğini biliyordum. Bu suçluluk hayatınızın sonuna kadar taşıyacağınız türdendi. Adeta pazar sabahına ihanetti. Bir anda boşanmak istediğimi söylemiştim. Nasıl söylediğimi, hangi kelime dizinini kurduğumu hatırlamıyordum. Hatta geniusun yüzündeki ifadeyi görmesem, söylediğimi bile hatırlamayabilirdim. Ama o an emin olduğum tek şey; bunu ona söylemiş olduğumdu. Ve ne kadar üzgün olursam olayım, bir kuş kadar hafiflediğimi ve içten içe mutlu olduğumu hissediyordum. Doğru olanı yapmıştım. Bunu şimdi olmasa bile, günün birinde genius da anlayacak ve bunun için bana teşekkür edecekti. Buna tüm kalbimle inanıyordum.

****************************************
geniusa boşanmak istediğimi söylediğim günün üzerinden üç gün geçmişti. Genius ne o sabah konuyla ilgili birşey söylemiş, ne de sonrasında konuyu açmıştı. Sanki böyle bir konuşma hiç olmamışçasına hayatımızı sürdüyorduk. Zaman zaman böyle bir konuşmanın olduğuyla ilgili ben de şüpheye düşüyor, fakat hemen akabinde geniusn o sabahki yüzünü anımsıyor, ve üç gecedir yatak odasında değil salonda yatmasının başka bir nedeni olamayacağına kanaat getirerek kendimi ikna ediyordum. Geniusa biraz zaman tanımaya karar vermiştim. Sonuçta genius evliliğimizin üzerinde dolaşan karabulutları görememiş, bu yüzden de yaklaşan felakete hazırlıksız yakalanmış olabilirdi pekala. Bu yüzden, olan biteni sindirebilmesi için, konuyu o açana kadar rafa kaldırmaya karar vermiştim. Bu akşam işyerinden arkadaşlarla caz konserine gidecektik ve kafamı dağıtmaya ihtiyacım vardı. uzun zamandır kız arkadaşlarımla dışarı çıkmıyordum, bu yüzden de bu akşam için özen göstermek istiyordum. kot gömleğimin uçlarını siyah uzun eteğimin üzerinde düğüm yapmış, saçlarımı dağınık bırakmıştım. Yeni aldığım bordo renk rujumu denemem için ideal bir akşam olduğu konusunda, iç sesimle mutabıktık. genius tüm olup bitene rağmen, evden çıkarken arabayı dikkatli sürmem konusundaki telkinlerini yinelemekten geri durmamıştı. Bu adam böyleydi işte. Saf iyiliğe sahipti. Bense venüsün aykırı kızıydım. yaptığım onca meditasyona rağmen, geniusun saflığına ulaşamıyordum. belki de zamana ihtiyacım vardı. Sorularımı kafamdan uzaklaştırarak, ana odaklanmaya çalıştım. radyoyu açtım ve kendimi müziğin ritmine bıraktım. otobanda saatte 180 km hızla gidiyordum ve karamele çalan kumral saçlarımın başına buyruk dalgaları, ılık nisan akşamında arabanın açık olan camından savrulup özgürlük şarkıları mırıldanıyordu. şehrin ışıkları, müzik, hız ve kararlılık hissim, içinde bulunduğum ana ilahi bir hava katıyordu. İçmemiştim fakat, kafam çakırkeyfti. Aylardır yaşadığım buhran sona ermişti. yanlış iliklenen düğmeyi bulmuştum. ama  sorun bununla bitmiyordu. Düğme yalnızca yanlış yere iliklenmemişti. Aynı zamanda nicelik ve nitelik olarak da diğer düğmelerden ayrışıyordu. Belki de başka bir gezegenden gelmişti. Artık bunları düşünmenin bir faydası yoktu. Yapmam gereken şey basitti; düğmeyi ait olmadığı delikten çekip çıkarmak, ve bir daha iliklenmesine engel olmak. Otobandan çıkıp, kızları aldıktan sonra yeniden yola koyulduk. Konserin olduğu mekana daha önce birkez gitmiş olmama rağmen yolu bulabileceğimden çok emin değildim. neyseki dijital çağdaydık ve ben moron bir navigasyona sahiptim. Aslında iyi niyetli olduğuna emindim. hepimiz kadar kafası karışıktı yalnızca. belki içsel yüzleşmeler yaşıyordu o da. son zamanlarda ben de onu ihmal etmiş, yeterince updateleyememiştim. özümüzde hepimizin ilgiye ihtiyacı yok muydu? radyoda kayahandan asırlardır yalnızım şarkısının çıkmasına eşzamanlı, Loanın müziğin volümünü arttırıp bizi videoya çekmeye başlamasıyla avazımız çıktığı kadar şarkıya eşlik ediyor, detone seslerimizin kayahanın sesine karışmasının yarattığı akustikle kendimizden geçiyorduk. Bu ambiansa öylesine kapılmıştım ki, navigasyona bakmayı ihmal ettiğim kısacık bir an yolu kaçırmama sebep oldu. Konserin başlamasına dakikalar kalmıştı ve biz biranda konser alanından hızla uzaklaşmaya başlamıştık. Navigasyonun yeniden çzdiği yolun ucu bucağı yok gibiydi. Saniyeler önceki eğlencemiz yerini gerilimli bir bekleyişe bırakmıştı. navigasyonun çizdiği yeni yolu takip etmekten başka çaremiz kalmamıştı. neyseki navigasyon çok geçmeden bizi konağa atmıştı atmasına fakat bu sefer de tam yol ayrımında ekran görüntüsü küçülmüştü. allah belanı versin navigasyon. Tam küçülecek anı buldun. ya bi navigasyon yol ayrımında nasıl küçülebilir allahım. Derken hooop alsancağa geri dönmüştük.
Son bir gayretle yeniden göztepe yoluna çıkınca derin bir oh çektik. sonunda konser alanındaydık. kızlar sosyal medyada yer bildirimi yaparken, ben de gişede bir türlü bulunamayan biletlerin telaşına düştüm. bu gece bir aksiliklerdir gidiyordu. sonunda gişe görevlisi biletlerimizi buldu. salona geçip hep birlikte yerlerimize kurulduk. az sonra sahneye yakışıklı bi abi çıktı. bize gece boyunca piyano çalacak olan zatı muhteremdi kendileri. hemen akabinde transilvanyalı olduğuna emin olduğum, muhtemelen drakulanın 3 kuşaktan akrabası, beyaz suratlı, kırmızı dudaklı saksafoncu geldi. son olarak da, çaldığı alet adevatın adını bilmediğim sarışın hatun çıktı. herşey yolunda görünüyordu. ta ki konserin ortalarına doğru kendini göstermeye başlayan huzursuz bacak sendromumun yaklaşmakta olan fırtınanın habercisi olduğunu hissedene kadar. Huzursuz bacak sendromum boş yere gelmezdi çünkü. Huzurszuluk bacağımdan yavaş yavaş tüm bedenime yayılmaya başlamıştı. İkide bir bacağımı birinden diğerinin üstüne atıyor, etrafımdakilerin ters bakışlarını üzerime çekiyordum. hemen ön sırada oturan ve cebinden gözdamlasını çıkarıp durmadan gözlerine damlatan yaşlı amcaya bile bu kadar gıcık olmadıklarına emindim. kızlara kalkmak istediğimi söylesem hayatta kabul etmezlerdi. hera günlerdir bu konseri bekliyordu ve çıkışta yakışıklı piyanistle tanışabilmek için herşeyi ayarlamıştı. hatta bu uğurda konser salonundaki görevlilerden biriyle haftalar önce internet yoluyla tanışmış, konserden sonra kulise girmemizi garantilemişti. hera aklına koyduğunu yapardı. geçen sene orlando bloom ile tanıştığında bunu ispatlamıştı. Şimdi huzursuz bacak sendromuma meydanı bırakıcak değildi. gerekirse bacağımı keser, piyanistle tanışırdı. bundan hiç şüphem yoktu. öyleyse konser izlenecekti. çaresizce bacaklarımın lokasyonunu değiştirip biraz zaman kazanmaya çalıştım. zaten konser dediğin daha ne kadar uzayabilirdi? sarışın kadının elindeki alete üflemekten takati tükenmiş, boyun damarları pörtlemişti. piyanist salona ilk girdiğindeki gülümsemeyi koruyor görünse de, en az beş sene yaşlanmış görünüyordu. Transilvanyalıda ise hiçbir değişiklik yoktu. belki de dikkatimin bacağıma kaydığı anlarda, sahnenin arkasında birilerinin kanını emip sahneye geri dönüyordu. son derece muhtemeldi. bu transilvanyalılardan herşey beklenirdi. ben bunları düşünmekteyken, ön sırada duran amca yeniden damlasını çıkarmış, başını arkasına yaslamış ve konser ritüelini yinelemişti. sol yanımda oturan kızıl saçlı kadınla yanındaki kumral olduğunu tahmin ettiğim adam birbirlerine mart kedileri gibi sırnaşıp duruyordu. Hayatımda izlediğim hiçbir konser böylesine ızdıraplı bir hale gelmemişti. sonunda konser bitti. ve ben saatlerdir olmadığım kadar mutluydum. salondan çıktık ve heranın internetten tanıştığı çocuğun peşine takıldık. çocuk biryandan aceleci adımlarla bizi sahnenin arkasına doğru götürüyor, bir yandan da hera'ya haftalık konser programıyla ilgi bilgi veriyordu. internette biletlerin tükenmiş olmasının ne önemi vardı? kendisi her zaman fazladan bir bilet hakkına sahipti. tabiki hera bunlara pabuç bırakacak hatun değildi. şuan çocuğa uçan tekme ile girişmemesinin tek bir nedeni vardı o da caz aşkıydı. yakışıklı piyanistin de hatırı sayılır bir etkisi olabilirdi ama şuan bu konudan bahsetmenin hiç yeri değildi. zira nasıl olduğunu hiçbir zaman çözememiş olsam da, heranın iç sesimi duyabildiği zamanlar olurdu. bu durum saygı duyduğum insanlar sıralamasında herayı en üst basamağa taşımam için son derece yeterliydi. neyseki o sırada hera içsesimle ilgilenecek durumda değildi. amacına kilitlenmiş bir kadından daha tehlikelisi yoktur. benimse tek isteğim biran önce eve dönüp öğlen yaptığım tiramusudan kocaman bir dilimi afiyetle mideme indirmekti. herkesin hayat gailesi başkaydı işte. looanın aklından nelerin geçtiği ise tam bir muammaydı. yüzünde eğlendiğine yahut sıkıldığına dair en ufak bir işaret yoktu. kulisin önüne gelmiştik. görevli çocuk kapıyı çalıp bir adım geriye çekildi. içerden yaklaşan adımların sesini duyarken beynimin içinde bir uğultu hissettim. kapının kolu ağır çekimde hareket etmeye başladı. görüntü karıncalanmıştı. kapı açıldı. karşımda tüm heybetiyle transilvanyalı duruyordu. sanki yüzü daha beyazlamış, dudaklarıysa iyice kırmızılaşmıştı. görüntü tamamen gitmeden önce dudağının kenarında bir damla kan gördüğüme yemin bile edebilirdim. sonra birden herşey karardı. bir karadeliğin içine çekiliyordum ve gövdem uzadıkça uzuyordu. sanki ayaklarım karadeliğin içine girmiş, ama avuçlarımla tüm evreni kavrayabilirmişim gibiydi. güneş ateşten minik bir topa dönüşmüştü. milyonlarca gezegen içinde dünyayı seçemiyordum. kendimi daha önce hissetmediğim kadar özel hissediyordum. tüm evrene vakıf olmuş, bilgeleşmeye başlamıştım. geri döndüğümde, ki kara delikten çıkmayı başarabilip yeniden insan boyutlarına dönebilmekten bahsediyorum, and olsundu ki bu gördüklerimi yazıp bir kitap haline getirecektim. insanlığın bu evrensel bilgiye ihtiyacı vardı kuşkusuz. tüm evreni sevgi ile kucaklamıştım. daha birkaç dakika önce huzursuz bacak sendromu ile boğuşurken, biranda arınmış, adeta level atlamıştım.tüm yaşamımı ne kadar boş dertlerle geçirdiğimi şimdi huşu içinde görebiliyordum. boyumu devasa boyutlara ulaştıran karadeliği bile bağrıma basmaya hazırdım. saf sevgiydim. fakat birden karadelik birşeye sinirlenmiş ve beni uzay boşluğuna geri fırlatmıştı. saatte bilmem kaç kilometre hızla dünyaya düşüyordum ve az önceki bilge halimden eser kalmamıştı. yolun sonuna gelmiştim. bir kitap yazamadan ölecektim. acaba hangi kıtaya düşecektim. bari şamanların yaşadığı bir yere düşseydim. belki onlar beni yeniden hayata döndürmenin bir yolunu bulabilirlerdi. ikinci tercihim aborjinlerin ekosistemiydi. o an ölmek üzere olmamı umursamadan güldüm. sanki öss tercihi yapıyordum. Hem bakalım tanrının umrunda mıydı bunlar? onca mamutun, pitokanların ve daha pekçok türün yok oluşuna kayıtsız kalan tanrı benim yok oluşumla niye ilgilensindi ki? bizden çok daha üstün bir yaşam yaratmış ve projesinin son rötuşlarıyla ilgileniyor olabilirdi pekala. belkide geçenlerde yazmaya başladığım, tanrının ve meleklerinin adende geçen maceralarını anlatan öyküme kızmıştı. Ama canım tanrı dediğin de eleştiriye açık olmalıydı bir yerde. kara mizah denilen şeyden habersiz olacak değildi. hala düşememiştim. acaba yeni başladığım dizinin sezon finali ne olacaktı? Khalesi ve ejderhaları dünyayı ele geçirecek miydi? Alt kattaki teyzenin fazla gelişmiş dövmeli oğlu, karşı sitedeki pembe saçlı kızı babasına yakalanmadan daha ne kadar mıncıklayabilecekti? yeni de epilasyon paketi almıştım. daha üç seans gidemeden, hepsi yanacaktı. Bari kalan haklarımı talya kullansaydı. Laf aramızda kızın kolları, evrimin en açık ispatıydı. Kafam sonu gelmeyen sorularla doluydu. Yoğun bir ışık bulutunun içine girmemle, tüm sorular dağıldı. Gözlerimi kırpıştırarark açmaya çalıştım. Tam tepemde duran spot ışığının verdiği rahatsızlığa alışmaya çalışarak etrafıma bakınırken, gözlerim transilvanyalının gözleriyle karşılaştı. artık bu kadarı da fazlaydı. başka bir kabusa uyanmış olmalıydım. gözlerimi kapatsam, muhtemelen bu sefer de tuhaf yaratıklarla dolu bir evrene uyanacaktım. düşüncelerim loanın çığlığıyla havada asılı kaldı. gözlerimi açtığımı farkeden loa ve hera koşarak başucuma geldiler. daha sonra da, karşımda beyaz mermerden heykel gibi diklen transilvanyalıya birşeyler fısıldayıp onu odadan gönderdiler.
***************************************
caz konseri sonrası kulisin önünde sinir boşalması sonucu olduğu konuşulan bayılmamın aile efradı üzerindeki teessürü henüz geçmemişti ki, ikinci darbe ile yıkıldılar. anne baba ve kardeşimden oluşan evvel zaman çekirdek ailemden bahsediyorum pek tabii. genius bu bayılma olayımın müsebbibi olarak kendini görmüş olmalıydı ki, vukuatın yaşandığı gecenin hemen akabinde boşanma konusunu masaya yatırmış, nihai kararımın ne olduğunu irdelemiş ve en nihayetinde beni mutlu edecekse boşanmaya hazır olduğunu söylemişti. Allahım! bu duyduklarım gerçek miydi? gerçeklikten öylesine uzak görünüyordu ki, o an başka bir senkopun içinde debeleniyor olabilirdim. neyseki konunun gidişatı gerçekliği yakalamamı sağlamıştı. ortak bir hayatımız, ortak dostlarımız, arkadaşlarımız, banka hesaplarımız, taşınır ve taşınmazlarımız vardı. ve bunları bir şekilde paylaşmamız gerekiyordu. tüm bu sürecin belki de en can sıkıcı anıydı. uzun süreli ilişkilerin en büyük handikapı. gün geliyordu ve sizi birarada tutan şeyin aşk mı yoksa ortak varlıklarınız mı olduğunu kestiremiyordunuz. işte o an bir daha asla evlenmeyeceğimi anladığım an oldu. genius, yeni bir eve çıkacağından bahsederken, emin olduğum tek şey, bir daha kendime bu kötülüğü yapmayacağımdı. geniusun durumu soğukkanlılıkla kabullendiğini görünce, yapılacak iş, anne ve babama haber vermekti. babam kesin üzülürdü. ama annemin müteessir bir tavır takınmayacağı kesindi. genius onun için hep istenmeyen damat olmuştu. bu durumun geniusla benim nişanlılığıma dayan travmatik bir evveliyatı vardı elbette. o zamandan beri de, geniusun annem karşısındaki makus talihi değişmemişti. daha yakın bir zaman önce, pek muhterem validem değilmiydi bana yine geniusu eleştiren? fakat işler her zaman umduğunuz gibi gitmez. böyle durumlar için daima bir b planınız olmalı der içses. fakat ben kim, plan yapmak kim? tabi o zaman çuvalamaktan başka bir seçeneğiniz kalmıyor. demek istediğim şu ki, annem küçük çapta bir kıyameti kopardı ve beni postapokaliptik çağımda tüm problemlerimle başbaşa bıraktı. ahh neyse ki babacağım vardı. babam da sandığımın aksine, tabi üzülmekle birlikte, aklıselim bir yaklaşım sergileyerek beni şaşırtanlar kafilesinde yerini almıştı. allahım ne ara tahminlerimde bu kadar yanılır olmuştum? ve kardeşim... babamın tavrına yaklaşık bir tavır sergilemişti. sonuç olarak herkesi üzmüştüm. geniusun hayatından on yıl çalmıştım ve günlerdir ailemden hiçkimse aramıyordu. sanki aynı anda hem dul hem yetim kalmıştım. o çok istediğim yalnızlığıma fazlasıyla kavuşmuştum işte. ama beynimi kemirip duran o iç ses yok mu? onu ameliyatla aldıracaktım. gününü gösterecektim ona. herşeyin müsebbibi oydu. günah keçilerinin en mundarı en lanetlisiydi.
********************************************
şu lanet alarm sesiyle uyanmadığım günler de gelecekti inşallah. ama şuanda hazırlanıp işe gitmem gerektiği gerçeğiyle yapabileceklerim son derece sınırlıydı. işe banyoya gidip yüzümü yıkamakla başlamıştım ki, lavabonun yanında canımı acıtmak için sinsi sinsi bekleyen diş fırçasıyla karşılaştım; geniusun diş fırçası. trinkkk! ayrılık kararı sonrası ilk pişmanlık. bonus acı beyninize yükleniyor. lütfen hareket etmeyiniz.
-çemberi düşün juno. çemberi düşün. kimse kolundan çekip seni çemberin dışına çıkaramaz. bunu ancak ilk adımı kendin atarak gerçekleştirebilirsin.
neyseki zaman zaman gıcık olsa da, son derece şahsına münhasır içsesim tam zamanında gelip beni kurtarmıştı. böyle gelgitler yaşayacağımı tahmin ediyorum zaten. kolay olacak demiyorum. ama günün birinde çoğalabilmem için şuan küçülmem gerek.  ya da ne bileyim, kullanılmayan uygulamaların silinmediğinde cihazı kasması gibi düşünün. bilirsiniz, bazen bir uygulamayı ne kadar güncelleseniz de, artık sizi mutlu etmekten çok uzaktır. geçmiş günlerin hatırına bir süre silmeye kıyamazsınız. fakat bu vefakar davranışınız sizi hazin sondan kurtaramayacaktır.
-ahahah şapşal junonun absürd benzetmeleri. işe geç kalıyosun bu arada.
defol içses. bi olric olamadın bana. varsa yoksa zevzeklik. neyse. içses de haklıydı bu arada, acele etmezsem işe geç kalacaktım. günün ilerleyen saatlerinde boşanmanın benim için o kadar da kolay olmayacağı gerçeğiyle yüzleşecektim. izmir'e üç yıl önce eş mazareti atamasıyla gelmiştim ve
beş yıl içinde mazaretim sona ererse yeniden atanmam gerekecekti. fakat yeni bir hayata başlamanın arefesinde herşeye başka bir şehirde başlamak istemiyordum. Ailem, arkadaşlarım, bana destek olabilecek herkes, hayallerim, herşey bu şehirdeydi. izmir bu ülkede yaşamak istediğim tek şehir, yegane yuvaydı benim için. bir anne sıcaklığı, baba şevkati, dost eliydi adeta. öğleye doğru başımı okşayan güneşi, akşam sahilde saçlarımı uçuran rüzgarı, peki tamam abartmış olabilirim. ama izmir'di işte ve şuanbu şehirden ayrılmak istemiyordum. tabi o anlarda henüz bunlardan haberim yoktu. bugün nihayet avukata vekalet verecektik.
öğle arası işyerimin yakınlarında bir fotoğrafçı bulup loa'yla içeri daldık. yeni fotoğraf mı çektirsem, yoksa halihazırda bir adet mevcut olan fotoğrafı mı çoğaltsak sorunsalı üzerinde hummalı bir tartışmanın ardından, çoğaltmaya karar veriyoruz. fotoğrafçıyla iş çıkışı uğramak için sözleşerek dükkandan ayrılıyoruz. tam işler nasıl da tıkırında ilerliyor diye sevinirken loa sevincimi kursağıma tıkayacak olan soruyu soruyor:
-ya şimdi boşanınca seni eski görev yerine  atarlarsa?
nasıl ya? yapamazlar öyle bir şey. yapamazlar değil mi? yapamazlar de loa gebertirim. ayy beni bi tut bi oturt. tansiyonum mu düştü  ateşim mi çıktı bi haller oldu loa.
-sakin ol juno ben bi çaresine bakıcam merak etme. allahın izniyle ayırıcam sizi he hehe
geç tabi dalga geç sen. beni göndersinler fizana da sen de junosuz nasıl kalınır gör. kartpostal atarız artık bayramlarda seyranlarda. böyle bol simlisinden al ama ucuzuna kaçma. lisedeyken kartpostal koleksiyonumu yaptığımdan bahsetmiş miydim bu arada? hatırlat da bi ara bana geldiğinde  göstereyim sana.
-bahsettin junocum hem de bir milyon beşyüzyetmişbeş defa falan gösterdin. hatta göstermekle kalmadın, herbirinin hikayesini tüm ayrıntılarıyla uzun uzun anlattın. şimdi bunları boşverip acil durum ekibini toplamalıyız. akşam herzamanki yerde herzamanki saatte.
bu arada size biraz loa'dan bahsetmek isterim. loa hayatta tanıyabileceğiniz en gerçekçi fakat aynı zamanda en hayalperest insandır. rüyasında sheldon cooper'la fondoten çeşitleri üzerine akademik tartışmalara giren, sapiens dışındaki tüm hayvanları seven, yakın bir zaman önce aniden vegan olmaya karar veren ambalajlanmış neredeyse hiçbirşeyi yemeyen, herdaim maceraya hazırolda bekleyen hatun kişidir. bu işe loa el atıysa ne yapar eder başarırdı. o yüzden biraz olsun sakinleşebilirdim.
++++++++++++++++++++++++++++++
nice bilgenin de işaret ettiği üzere, biz hayatla ilgili planlar yaparken, hayat da bizimle ilgili planlar yapmaktadır. bazen bu planlar kesişir. Öyle zamanlarda kendimizi bulutların üzerinde hissetmemiz için hiçbir engel yoktur. fakat kimi zaman da hayatın bizimle ilgili planları, bizim öngörülerimizden çok uzaktır. Böyle zamanlarda da genellikle herşeyin ters gittiğine inanırız. oysa ki işin aslı öyle değildir. yaşam inişli çıkışlı bir yolculuktur ve inanın asla düz çizmesini istemezsiniz. tabi çoğu insan için hayatlarının planladıkları şekilde gitmemesi, talihsizlik olarak görülür. hayat kafaya takılacak pek çok şeyle dolu gibidir. hatta kimi zaman kendimizi kapana kısılmış gibi hissederiz. ve böyle zamanlarda da çıkış yolunu bulmakta zorlanırız. belki bir pusulaya, ya da bizi o kapandan kurtaracak bir ele ihtiyaç duyarız. fakat ne kadar dibe vurmuş olursak olalım, çıkış için ihtiyaç duyduğumuz tüm güç yalnız kendimizdedir. Biz mucizeler olmasını beklerken, mucizeler de kendilerini yaratmamızı bekliyorlar. bilmeniz gereken ilk sır bu.
itiraf etmeliyim ki, gri bulutlarala kaplı bir sabaha uyanmak, üstelik de bir cumartesi sabahıysa, güne uyanma alternatiflerim arasında favorim olduğu söylenemez. gelgelelim hava durumu insanoğlunun şuanda pek de müdahale edebildiği durumlar arasında değil ne yazık ki. bilim insanları yakın gelecekte havadaki karbon gazının ölçülmesiyle birlikte... peki tamam susuyorum. ama belirtmeliyim ki belgesel üslubunu oldum olası çok sevmişimdir. hatta bazen yazdıklarımı okurken, içimden morgan freeman'ın, sesiyle seslendirdiğimi farkediyorum. eğer okuduğum şey duygusal bir yazıysa, o zaman da mert fırat'ın sesi giriyor devreye. eskiden duygusal yazılarda sadri alışık'ın sesini duyardım. zamanla yerini mert'e bıraktı. bu arada konumuza ve juno'nun üslubuna dönecek olursak, bu sabah gökyüzü yağmur bulutlarıyla kaplı ve tüm günümü evde pineklemeye ayırdım.

29 Haziran 2015 Pazartesi

Adam ve Kadın part 3

Adam gözlerini açtığında, başında iri yarı bir doktor bekliyormuş. Doktor o kadar iri yarıymış ki, boynu tavana değiyormuş. Adam biran kendini harikalar diyarında sanmış. Bu düşünceyi fazlasıyla saçma bulmak üzereymiş, ta ki takım elbiselerini giyip karşındaki sandalyede oturan beyaz tavşanı görene kadar. Adam gözlerini ovalayıp yeniden açmış. Doktor hala başında bekliyormuş. Eliyle adamın başına uzanmış. Saçlarının arasından yeşil bir kurt çıkarmış.
"İşte" demiş doktor,
"şimdi hiçbirşeyin kalmadı"
"yani" demiş adam, "subdural hematom olmamış mıyım?"
"yok" demiş doktor, "o yazarın ukalalığı"
"peki" demiş adam, "teşekkür ederim"
"rica ederim" demiş doktor.
"ben gideyim öyleyse" demiş adam
"gidin" demiş doktor.
"başımdan çıkan kurt" demiş adam
"nolmuş kurta?" demiş doktor
"bilmiyorum" demiş adam
doktor konuşmamış bunun üzerine
"peki nolucak?" demiş adam
"kime nolucak" demiş doktor
"kurttan bahsediyorduk az önce" demiş adam
"haa, şu kurt" demiş doktor
"ta kendisi" demiş adam
"kurt mezarlığına gömeriz genelde" demiş doktor
adam cümledeki imayı anlamış.
"son olarak" demiş adam  kapıdan çıkmak üzereyken
"yanınızdaki sandalyede takım elbiseli beyaz bir tavşan oturuyor"
Dehşet içinde bakmış doktor. Gülümseyerek çıkmış adam.
Kadın hastane odasında yapayalnız bekliyormuş. Ne gelen varmış ne giden. "Ah şu sağlık sektörü" diye geçirmiş içinden. Karşısındaki duvara monte edilmiş led televizyonda dişi mavi okyanus salyangozlarının -ki bilim dünyası onlara "Glaucus atlanticus" diyormuş- çiftleşme sırasında çıkardıkları sesleri araştıran bir belgesel oynuyormuş. Erkek seslendirici şöyle diyormuş "Glaucilla Marginata türü ile yakın akrabalık bağlarına sahiptir. Sıklıkla, türünün diğer bireyleriyle beslenip yamyamlık davranışları gösterebilir." Kadın cama doğru çevirmiş bakışlarını. Camın önündeki kargayla gözgöze gelmişler. Kadın irkilmiş kargadan. Karganın üç tane gözü varmış. Aslında kadın gittiği her yerde bu kargayı görüyormuş. Bu kadının en büyük sırrıymış. Henüz onyedi yaşındayken tanışmışlar kargayla. O gün üç büyük günah işlemiş kadın. Gece uyurken yağmur yağmaya başlamış sonra. Yağmur öyle şiddetli yağıyormuş ki, kapı altlarından içeriye girmeye başlamış. Kadın gözlerini açtığında tüm oda tavana kadar sular içindeymiş. İşte tam o anda kargayı görmüş ilk kez. Üç gözüyle ona bakıyormuş camdan. Bir daha ayrılmamış karga. Kadın bakışlarını kapıya çevirmiş bu kez. Kapı açılmış sonra. İçeriye telaşlı bir doktor girmiş. Elinde röntgen sonuçları varmış doktorun. Gözlüğünü işaret parmağı ile burun kemiğine doğru itmiş.
"Neyse ki kırık değilmiş" demiş kadına
"Geçen bölümde kırılmıştı" demiş kadın.
"Olur öyle" demiş doktor.
Saatine bakmış kadın.
"Ben gideyim o zaman" demiş.
"Daha değil" demiş doktor.
Doktorun alnına düşen kahkülleri varmış. Sivri burnu ve hafif çıkık elmacık kemikleri onu tuhaf bir havaya sokuyormuş. Diz altına kadar inen pileli eteğinin önünde kahve lekesi varmış.
"neden?" diye sormuş kadın.
"Tavukça biliyor musun?" demiş doktor.
Kafasını iki yana sallamış kadın.
"Yazık" demiş doktor.
Elini kaldırıp hızlıca duvara yapıştırmış. Biranda odada deminden beri devam eden fakat kadının varlığını o an farkettiği vızıldama sona ermiş. Kendini hiç olmadığı kadar iyi hissetmiş.Sonsuzluk gibi bir sesmiş sona eren. Sonsuzluk gibiymiş. Önlüğünün cebinden dezenfektan çıkarmış doktor. Ellerini ovalarken, sineğin kanı dezenfektana karışmış.
"Tavukları anlayamazsan, hiçbirşeyi anlayamazsın"
"Çocukken yazları yazılmıştım kursuna" demiş kadın.
"Bu denli önemli olacağını düşünmemiştim"
"Ayağınıza dikkat edin edin" demiş doktor.
"Bu kadar yüksek topuklu giymemenizi öneririm."
Gülümsemiş kadın.
Odadan çıkarken kargayla doktoru öylece bırakmış.

26 Haziran 2015 Cuma

Adam ve Kadın part 2

Adam yürüyorken başının üzerine gökten bir elma düşmüş. Meğer o sırada balkonda elma yiyen bir çocuk varmış. Çocuk yemyeşil kıtır kıtır elmayı tam dişlemek üzereymiş ki, gökyüzünde uçan dev bir ejderha görmüş. İşte o andan tam 17 milisaniye sonra elindeki elmayı düşürüvermiş. Adamla elma bu şekilde tanışmış olmuşlar. Adamın kafasında elmanın çarpma hızının oluşturduğu travmaya bağlı olarak subdural hematom oluşmuş. Adam gözlerini açtığında hastane odasındaymış.
Kadın yürüyormuş. O gün başına gelecekleri bilse evden dışarı adımını bile atmazmış. Yolda yürürken bir şarkı düşmüş hatırına. Çocukken söylediği eski bir şarkıymış. Nakaratından fazlasını hatırlayamıyormuş. Şarkıyı sessizce mırıldanırken çok eski bir kabusunu hatırlamış. Biran beti benzi atmış kadının. Köşedeki büfeye kadar yürümüş. Bir şişe su almış büfeden. Çantasında bozukluk aramış. Oysa çantasında hiç bozukluk yokmuş. Son bozukluğuyla bir gün evvel bir deste iskambil kağıdı almış. Eve dönüşte plastik masanın üzerinde tam yedi kere kart açmış. Yedisinde de aynı talihsiz kart çıkmış. Müslisini içip yatmış o da. Bozuk para bulamayınca kağıt bir banknot uzatmış büfeciye. Büfeci kağıt banknota bakmış. Üzerinde daktilo yazısıyla bir şiir yazılıymış.Yazı italik karakterle yazılmış. Epi topu üç cümleymiş şiir. Ama adamı sualtında 87 kilometre hızla giderken aniden bir denizkızı görmek kadar sarsmış. Denizkızının saçları su yeşiliymiş ki bu o güne kadar gördüğü en etkileyici renkmiş. Yanağında derin bir iz varmış. Büfeci şiiri, daha sonra denizkızına okumak üzere oracıkta ezberlemiş. Deniz yeşiliymiş denizkızının saçları. Gözleri menekşe moruymuş. Kadın para üstünü saymadan çantasına atmış. Kadın hep biraz fazlaca güvenirmiş insanlara. Saatine bakmış. Büfeden uzaklaşıp yeniden metroya doğru yola koyulmuş. Ama ne şans ki, siyah stilettolarından birinin topuğu yerdeki mazgala sıkışmış. Kadın topuğunu kurtarmaya çalışırken gök gürlemiş. Şimşek saniyede 1508 metre hızla kadının yanındaki amcanın üzerine düşmüş. Ve işte o anda, evet tam da o anda kadının mazgala sıkışmış ayağı bileğinden kırılmış. Kadın biraz sonra hastane odasındaymış.