1 Nisan 2012 Pazar

KADRİYE

     Yağmur damlaları cama vuruyordu. Sabah uyandığında güneşli bir gün olacağını düşünmüştü Kadriye.  Oysa ki ilerleyen saatlerde hava bozmuş, yağmur atıştırmaya başlamıştı. Misafirler gelmek üzere olmalıydılar. Böyle günlerde ne kadar erken başlarsa başlasın hazırlıklara, birtürlü hazır hissetmezdi kendini Kadriye. Hep son anda biraz daha zamana ihtiyaç duyardı. Şimdi bir taraftan, yeni aldığı bakır kırmızısı rujunu sürüryor, bir taraftanda, kafasında diğer işlerini sıraya koyuyordu; salatanın sosu dökülecek, vitrinden yemek takımının servis tabakları çıkacak, Yasin'in üzeri değiştirelecekti.
     'Çok güzel görünüyorsun' dedi Hasan, belinden sarılıp, boynuna bir öpücük kondururken. 'İnci küpelerimi mi, yoksa geçen yıl Eskişehirden aldığım taşlı küpelerimi mi takayım' diye sordu kocasına, küpeleri kulağında tutarak. Aşkla baktı Hasan karısına. İlk gördüğünde Kadriyeyi, nasıl baktıysa, işte aynı bakış hiç eksilmeden yıllarca, hala gözlerinde asılı duruyordu. 'İnci küpelerini tak' dedi Hasan. Kadriye küpelerini takıp, parfümünü süründü. Çocuk odasına geçip, kardeşiyle oynayan Ferda'nın saçlarını düzeltti. Yasin'i kucağına alıp, askıda duran takım elbisesini giydirmeye başladı. Yüreğinin çok derin bir yerinde bir keder duydu o anda. Böyle anlarda; yani herşey yolunda giderken, sebepsiz hüzünlendiği anlarda, şükrederdi hemen Allah'a Kadriye. Şükürün ve arkasından gelen teslimiyetin verdiği hazzı iyi biliridi. Bilirdi ki, değerini bilmediği herşey, birgün kayar giderdi avuçlarından. Farkında olmalıydı insan yaşarken. Hayatın içinde sıradanlaştırdığı herşeyin, aslında ne kadar büyük birer nimet olduğunun farkında olmalıydı. Aslında neşeli bir insandı Kadriye. Girdiği ortama anında neşe saçan, nadir insanlardandı. Ama bu sabah, oğlunu kucağına alıp çenesinin altından koklarken bile, derinlerden bir keder bırakmıyordu yakasını.



     Zil çaldı. Daha salatanın sosunu dökememiş, servis tabaklarını çıkaramamıştı. Kapıya Hasan baktı. Gelenler Arzu'yla Murat olmalıydı. Aslında onları çağırmayı düşünmemişti Kadriye. Bugün Yasinin ikinci yaşgünüydü ve sadece çocuklu birkaç eş dost davet etmişlerdi. Arzu ile Murat yeni evlilerdi ve henüz çocukları yoktu. Ancak kocası, işyerinde Murat'ı eşiyle beraber davet etmiş, Murat'da kabul etmişti. Kadriye Yasin'i yeniden oyuncakların arasına bırakarak, ayağa kalktı. Yüzüne düşen kahküllerini, kulağının arkasına sıkıştırdı ve misafirlerine hoşgeldin demek için salona geçti. Biraz ordan burdan sohbet ettikten sonra, diğer misafirlerde gelmeye başlamış, çok geçmeden herkes tamam olmuştu. Çocuklar kalabalıklaşmış, evin içinde oradan oraya koşuşturup oynuyorlardı. Kadriye mutfağa geçip, pastanın mumlarını özenle yerleştirdi. Acele etmek istiyordu ama hareketlerinde nedenini bilmediği bir ağırlık vardı. Sanki ağır çekim bir film oynuyordu da Kadriye başroldeydi. Pastanın mumlarını yakmaya çalıştı. Ancak çakmak birtürlü alev almıyordu. Tekrar tekrar deniyor, çakmak ısrarla yanmıyordu. Kadriye dayanılmaz bir ağlama isteği duydu. Biranda heryer buz gibi olmuş, hava karamıştı. Salona geçti. Hiçkimse yoktu. Koşarak çocuk odasına gitmeye çalışıyor, ancak yine ağır çekim hareket edebiliyordu. Çocuk odasına girdi. Heryer bomboştu. Kadriye artık kendine engel olamıyor, hıçkırarark ağlıyordu.
     Gözlerini açtığında beyaz tavana bakıyordu Kadriye. Burnunun üzerinde ki sivrisineği hissediyor, ancak birşey yapamıyordu. Yağmur damlaları cama vuruyordu. Herzamanki rüyalarından birini görmüş ve terden sırılsıklam olmuştu. Yoğun bakımın kliması çalıştığından, oda buz gibiydi. Bu Kadriyenin yoğun bakımdaki 257. günüydü. Tam 257 gündür, Kadriye hiç hareket etmeden yatıyor, yaşamını doktorların boynundan açtığı delikten sürdürmeye çalışıyordu. Yan tarafında yatan hastalar sürekli değişiyor, bazıları iyileşip gidiyor, bazılarıysa yaşamını kaybediyordu. Kadriye hergün yeni şeyler öğreniyordu yatağında. Mesela hastalar, doktor ve hemşirelerin AF yada VF dediği şeye girdiğinde bu risk teşkil ediyor, ve o zaman herkes hastanın başına toplanıp, çeşitli müdahalelerde bulunuyordu. Geçenlerde, kendisi gibi trafik kazası geçirmiş bir genç gelmişti sağındaki yatağa. Hemşirelerin konuşmalarından, çok kan kaybettiğini ancak durumunun iyiye gittiğini duymuştu. Kadriye hakkında da konuşuyorlardı bazen. 'Yazık pek de gençmiş' diyorlardı genellikle. Birkez de, servise yeni gelen bir hemşireye tanıtırken, 'İki de çocuğu varmış. Allah şifa versin ama geri döneceğe benzemiyor' demişti biri. İşte o zaman yıkılmıştı Kadriye. Durumunun ne kadar ümitsiz olduğunu anlamıştı. Kaza anını hatırlıyordu Kadriye. Hatta kazadan sonrasını bile. Ara sokaklardan birinde, kaldırım kenarında karşıya geçmek için bekliyorken, freni boşalan bir tanker, Kadriyenin hemen yanıbaşında park halinde duran kamyona çarpmış, Kamyonda Kadriyenin üzerine doğru gelip, omzundan duvara sıkıştırmıştı. Aslında çok ciddi yaralanmış görünmüyordu Kadriye. Kanayan açık bir yarası yoktu, ve gelen ambulansa binerken, hastaneye gitmesine gerek olmadığını anlatmaya çalışıyordu ambulanstaki sağlık görevlilerine. Hastaneye vardığında, çekilen röntgen filmlerinde, kaburgasında kırık saptanmıştı. Daha teşekküllü bir hastaneye sevkine hazırlanırken, kırık kemik, Kadriye'nin akciğerine batmış, ve bir müddet solunumunu gerçekleştiremeyince, beyin hücreleri oksijensiz kalmıştı. İşte o andan beri hiç hareket edemeden yatağında yatıyordu Kadriye. Burnundan midesine uzatılan hortumdan verdikleri bir besinle besleniyor, monitöre bağlı yaşıyordu. En temel ihtiyaçlarının bile başkalarınca karşılanmasından büyük utanç duyuyor, ancak birşey yapamıyordu. Bazen kocası ziyarete geliyor, elini tutup yanında usulca oturuyor, sonra gidiyordu. Kadriye bu anlarda kendini kötü hissediyor, adeta kendini unutup kocası için üzülmeye başlıyordu. Ancak kocasının geldiği anlarda, konuşmasını, çocuklardan bahsetmesini istiyor, onlardan alacağı küçücük bir habere bel bağlıyordu.
     Kapı açıldı ve hemşirelerden ikisi gelip Kadriye'nin vücudunu diğer tarafa döndürdüler. Terden sırılsıklam olmuş gömleğini değiştirdiler. Burnuna bağlı hortumdan, içeceği sıvıyı verdiler.  Monitöre bakarak, yaşamsal bulgularını yatağının önündeki masada bulunan dosyalara kaydettiler. Odadan çıkarlarken, açık olan kapıdan bir kadın sesi geliyordu. 'Salataya dokunmayın, sosunu dökmedim daha'

3 yorum: